.
.

   
 
  Ahirete İman ve Dünya Hayatına Tesiri
 
Âhirete Îmân ve Dünyâ Hayâtına Tesîri
Şüphesiz dînimiz, mensuplarının dünyâ ve âhiret saâdetini gâye edinmiştir. Bu mutluluklara erişebilmek için de, îtikâdî ve amelî birtakım prensipler koymuştur. İşte bu makâlemizde, bu esaslardan âhirete îmân ve bu inancın dünyâdaki hayâtımıza tesîrlerinden bahsedeceğiz.
Âhirete îmân; öldükten sonra dirileceğimize ve dirildikten sonra dünyâda yaptıklarımızdan hesâba çekileceğimize şüphesiz olarak inanmak demektir. Biliyoruz ki ölüm, dünyâ hayâtının sonu, âhiret hayâtının ise başlangıcıdır. Yine biliyoruz ki dünyâ hayâtı fânî, âhiret hayâtı ise ebedîdir. Bu açıdan baktığımızda, bizim için asıl hayâtın kabir ötesinde başlayacağını görürüz. Böyle îmân ettiğimiz için de ölmeden önce ölüme hazırlık yaparız. Çünkü ölüm ötesinde vereceğimiz hesaptan kârlı çıkmanın, dünyâdaki amelimizle mümkün olacağını biliriz.
Bu şuur içinde bulunan bir mü’min; “Yine onlar (mü’minler), sana indirilene ve senden önce indirilene îmân ederler, âhiret gününe de kesin olarak îmân ederler.” (1) âyet-i kerîmesi mucîbince âhiret gününden ve oradaki hesaptan aslâ şüphe etmez. Ve yine bilir ki, zerre miktarı hayrın ve zerre miktarı günâhın karşılığını görecektir.
Bu durum Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle haber verilmektedir:
“Kim zerre miktarı hayr işlerse onu görür, kim de zerre miktarı şer işlerse onu görür.” (2)
Bu mevzûda Peygamber Efendimiz (s.a.v);”Kıyâmet gününde insan, ömrünü nerede tükettiğinden, bildiği ve öğrendiği ile neler yaptığından, servetini nerede kazanıp nerede harcadığından, vücûdunu hangi yollarda yıprattığından sorulup, bu soruların cevâbını vermedikçe bir adım dahi atamaz ve hiç bir yere gidemez.” buyurmuştur.
İşte bu sebepledir ki, dünyâda yaptığı iyi, kötü, güzel, çirkin, büyük, küçük, acı, tatlı her husûsun Allah katında hesâbının görüleceği bilincinde olan mü’min, tavır ve hareketleri dürüst, duygu ve düşünceleri saf, bütün davranışları, içinde yaşadığı toplumun hayrına yönelik olur. Ve bu şuur, öyle bir noktaya ulaşır ki, Yûnus misâli cenneti, kevseri, hûrîleri umarak değil, sâdece Allah’ın rızâsını umarak ibâdet eder.
Âhiret ve hesap gününe inanan bir mü’min, yalan söylemez, yalancı şâhitlik yapmaz. Başkalarının canına, malına, ırzına-nâmûsuna göz dikmez. Gıybet, dedi-kodu etmez, fitne-fesat çıkarmaz. Diğer kimselerin kusûrunu, ayıbını aramaz, bildiği sırlarını açıklamaz. Çünkü sırrın kendisine bir emânet olduğunu bilir. Haksızlık, dolandırıcılık, karaborsacılık, yağmacılık, kundakçılıkla uğraşmaz. Müslümanları birbirine düşürmez. İslâm ümmetini bölücü-parçalayıcı hiç bir gâyeye hizmet etmez. Kendisine emânet edilen hiç bir şeye ihânet etmez.
Âhirete inanan kimse ümîdini yitirmeyip hakkı korur ve sabırlı olur. Bütün kötülüklerden uzaklaşıp hayra yönelir. Her türlü felâkete karşı metânetini muhâfaza ederek azimle onlara karşı durur. Kendisine verilen görevi en iyi şekilde yerine getirir. Tevâzû ve hoşgörü, insanlara olan samîmî sevgisi ile toplumda bir âhenk ve kardeşliğe dayalı nizâm oluşturur. Bir güven unsûru olarak herkesin yardımına koşar. Hülâsa hayâtını baştan sona Allah (c.c) ve Resûlullah (s.a.v)’in emirleri dâiresinde tasavvur eder. Böylece her zaman ve her yerde herkesin güven duyduğu ve örnek almaya çalıştığı bir hüviyete kavuşur. İşte âhirete îmânın mü’mine kazandırdığı hasletlerden bâzıları bunlardır.
Her müslüman âhiret gününe inanır ve inandığını söyler ama, âhirete îmân eden herkese âhiret inancının tesîri aynı değildir. Çünkü mü’minlerin îmân dereceleri aynı oranda değildir.
Hepimiz bir gün öleceğimize göre, ölmeden önce kendimizi hesâba çekmemiz gerekir. Şu âyet-i kerîmeyi her zaman hatırımızda tutalım:
“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için hayır olarak ne gönderirseniz, Allah’ın yanında onu bulursunuz. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (3)
Öyleyse âhiret azığı olarak hayırlı olan ne varsa onu göndermeye gayret etmeliyiz.
ÂHİRETLE İLGİLİ BÂZI ÂYET VE HADÎSLER
Allah Teâlâ buyuruyor:
“Allah’ın va’di gerçektir, kıyâmet gününde şüphe yoktur” dendiği zaman; “Kıyâmetin ne olduğunu bilmiyoruz, onun bir tahminden ibâret olduğunu sanıyoruz; (onun hakkında) kesin bir bilgi elde etmiş değiliz” demiştiniz. (Oysa âhirette) yaptıklarının kötülükleri onlara görünür, alay edip durdukları şey, onları kuşatır.” (4)
***
“Kendilerine azâbın geleceği, bu yüzden zâlimlerin; “Ey Rabbimiz!Yakın bir müddete kadar bize süre ver de, senin dâvetine uyalım ve peygamberlere tâbî olalım” diyecekleri gün hakkında insanları uyar. (Onlara denilir ki) “Daha önce, sizin için bir zevâl olmadığına yemîn etmemiş miydiniz?!”
“(Sizden önce) kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturdunuz. Onlara nasıl muâmele ettiğimiz size apaçık belli oldu. Ve size misâller de verdik.”
“Hîlelerinin cezâsı Allah katında (mâlûm) iken, onlar, tuzaklarını kurmuşlardı. Hâl bu ki onların hîleleriyle dağlar yerinden gidecek değildi!”
“O hâlde, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü Allah mutlak üstündür, kimsenin yaptığını yanına bırakmaz.”
“Yer başka bir yer, gökler de (başka gökler) hâline getirildiği, (insanlar) bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah’ın huzûruna çıktıkları gün (Allah bütün zâlimlerin cezâsını verecektir).”
“O gün, günahkârların zincire vurulmuş olduğunu görürsün.”
“Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş bürümektedir”
“Allah herkese kazandığının karşılığını vermek için (onları diriltecektir). Kuşkusuz Allah, hesâbı çabuk görendir.”
İşte bu (Kur’ân), kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sâhipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir.” (5)
***
“Gizlenenlerin ortaya döküldüğü günde (âhirette) insan için ne bir güç, ne de bir yardımcı vardır.” (6)
***
“Nihâyet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şâhitlik edecektir.” (7)
***
Resûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyuruyor:
“Mü’minin rûhu, cennet ağacında beslenen bir kuş olur. Yeniden dirilme gününde Allah onu cesedine döndürünceye kadar orada beslenir.” (Muvatta, Nesâî, İbn-i Mâce) (8)
***
“Her peygamberin müstecâb bir duâsı vardır. Her peygamber o duâyı yapmada acele etti. Ben ise bu duâmı kıyâmet gününde, ümmetime şefâat olarak kullanmak üzere sakladım (âhirete bıraktım). Ona inşâallah, ümmetimden şirk koşmadan ölenler nâil olacaktır.” (Buhârî, Müslim, Muvatta; Tirmizî). (9)
______
1) Bakara/4. 2) Zilzal/7-8 3) Bakara/110. 4) Câsiye/32-33. 5) İbrâhîm/44-52. 6) Târık/9-10. 7) Fussılet/20. İbrâhîm Cânan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi-XIV, s. 350. 9) Cânan, a.g.e., s. 403.
ahlâk
Allah İçin Sevmek ve Allah İçin Buğzetmek - II
Abdurrahman Özcan
Cenâb-ı Hak (c.c) Kur’ân-ı Hakîm’inde şöyle buyurmaktadır:
“Allah Teâlâ îmân edip sâlih amel işleyenlerin duâlarına icâbet eder ve fazlından onlara arttırır.”
Bu âyetin tefsîrinde şöyle denilir: Allah Teâlâ bir kuluna mağfiret ettiği zaman onu kardeşlerine de şefâatçi kılar.
Nitekim hadîste şöyle anlatılır:
“Mîzanda, o günahların ve sevapların tartıldığı ânda günah kefesi ağır gelen birisine yakınlarından iyilik ve sevap alma izni verilir. O kişi en yakın şefkatine güvendiği annesine ilk önce gider, der ki anacığına;
“Anneciğim, günâhım sevâbımı aştı, yardım et bana; sevaplarından bir kısmını bağışla.” Annesi cevâben şöyle der:
“Heyhat! Oğlum ben kendimi kurtarabileceğime dahi emin değilim, sana nasıl bağışlarım?” Bunu duyunca adam yıkılır. Daha sonra babasına gider, fakat ondan da aynı cevâbı alır. Sonra sırayla diğer en yakınlarına gider. Fakat onlardan da bir hayır bulamaz. Umutsuz, üzgün mîzâna geri döner. Tabiî günah kefesi ağır geldiği için cehenneme atılmak üzere götürülür. Götürülürken bir kişi meleklere şöyle seslenir:
“Durun! Bu kardeşimi nereye götürüyorsunuz?” Melekler ise;
“Cehenneme... Günâhı sevabına galebe çaldı.” derler. O kişi şöyle nidâ eder:
“Yâ Rabbi! Eğer bu kardeşim cehennemlikse ben cenneti istemem. Kardeşim cehennem de azap görürken, ben cennete gitmem.” deyince Yüce Hak Celle ve Alâ şöyle buyurur:
“Kulumun bu fedakârlığına karşılık ben de her ikisini de affettim. İkisini de cennete götürün ve sayısız nîmetlerimle donatın.”
Cenâb-ı Hakk’ın kardeşliğe verdiği önem, bu misâlde gözler önüne serilmektedir. Zîrâ Hazret-i Alî (r.a) bu konuda şöyle buyurmuşlardır:
“Gerçek kardeşin, dâimâ yanında bulunan ve sana yararlı olmak için zarara katlanan, zamânın felâket ve musîbetleri ile karşılaştığı zaman ne pahasına olursa olsun, yanında koşandır.”
Taberânî ve Mücâhid’den nakil ile; Abdullah b. Ömer (r.a.)’in şu tavsiyede bulunduğunu rivâyet edilir:
“Allah için sev, Allah için buğz et! Allah için dostluk yap. Zîrâ bundan başka bir yolla Allah dostluğu elde edilemez ve herhangi bir kimse ne kadar namaz ve orucu olursa olsun, eğer böyle olmazsa, eğer insanlar birbirlerine sâdece dünyâ için kardeş olurlarsa îmânın tadını alamazlar.”
Taberânî, Abdullah b. Sercîs (r.a.)’in, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e şöyle söylediğini ifade eder:
“Ben Ebû Zerr’i severim, dedim.” Efendimiz (s.a.v):
“Ona söyledin mi?” dedi. Ben; “Hayır” dedim. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v):
“Ona söyle.” dedi. Ben Ebû Zerr’i arayıp buldum ve; “Ben Allah için seni severim”, dedim. O da bana:
“Kendisini için beni sevdiğin Allah da seni sevsin” dedi.
Bundan sonra Peygamberimize; “Yâ Resûlullah, ben ona söyledim”, dedim. Resûlullah (s.a.v);
“Sevdiğin kimseye “Seni severim” demen sevaptır”, buyurdu.
Kardeşlik müşâhedesi iki kişi arasında bağlantıdır. Bu bağlantı berâberinde bâzı hakları getirir. Bu haklardan bâzılarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Birinci hak maldadır. Cenâb-ı Hâk Kur’ân-ı Kerîm’de; ”Ve işlerinde meşveret eder, verdiğimiz rızklardan infâk ederler.” buyurmaktadır. Nitekim Hicret esnasında Medîne’deki Ensâr’ın mallarını ikiye bölüp muhacir kardeşlerine infâk etmeleri bu kabîldendir.
2- İkinci hak fiilen yardıma muhtaç olduğunu görünce onun istemesine mahal bırakmaksızın, yardımına koşmak ve kendi işini sonraya bırakmaktadır .Kardeşlikte usûl, onun ihtiyâcını kendi ihtiyâcın gibi ve bel ki de daha mühim kabûl etmen ve kendi ihtiyaçlarını unutmadığın gibi, onun ihtiyaçlarını da araştırıp daima hatırdan çıkarmamandır. Onun mürâcaâtına lüzûm göstermeden yardımına koşman ve yardımında bulunurken kendine pay ayırmaman, senin yardımını kabûl etmesini bir lütuf saymandır.
Hasan-ı Basrî (k.s) Hazretleri; “Bizim dost ve kardeşimiz bize âile efradımızdan daha sevimlidir. Zîrâ bizim âile efradımız, bizi dünyâda anar, ama dostlarımız mahşer yerinde anarlar.” demiştir.
Resûl-i Ekrem (s.a.v)’in meclisinde Abdullah b. Ömer (r.a) sağa sola bakıp duruyordu. Resûl-i Ekrem (s.a.v), niçin bakındığı sordu. O da :
“Sevdiğim bir adam vardı, onu arıyorum” deyince Resûl-i Ekrem (s.a.v); “Bir adamı sevdiğin zaman adını, babasının adını, dedesinin ve akrabalarının adını sor, öğren. Hasta olduğu zaman ziyâretine, işi olduğu zaman yardımına gidersin.” buyurdu.
3- Üçüncü hak dildedir. Bâzen susması ve bâzen de konuşması lazımdır. Susması; huzûrda ve gıyâbında kusurlarını bilmezlikten gelmesi ve onlardan bahsetmemesidir.
Enes (r.a.) şöyle anlatıyor:
“Resûl-i Ekrem (s.a.v) kimsenin hoşuna gitmeyecek sözü yüzüne vurmazdı. Çünkü eziyet, haberi ilk getirenden sonra onu söyleyenedir. Evet duyduğu iyilikleri gizlememelidir. Çünkü burada da ilk sevinci işittiği kimseden sonra söyleyenden alır. Bu gibi duyduğu iyilikleri gizlememesi çekemezliğindendir.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v);
“Gördüğü iyilikleri gizleyip, gördüğü kötülükleri teşhîr eden kötü komşudan Allah’a sığının.” buyurmuşlardır.
İbn-i Mu’tez şöyle diyor:
“Açıklanmasını istemediğim bana emanet edilen bir sırrı göğsüme yerleştiririm de göğsüm ona mezâr olur.” Bir başka Allah dostu da şöyle der:
“Sır benim göğsümde mezarda bekleyen gibi de değildir, çünkü mezarda olanlar dirilip açığa çıkmayı bekler. Ben bana emânet edilen sırrı öyle unuturum ki, mümkün olsaydı, onu gizleyip yok ettiğimden sırrın bile haberi olmazdı.”
4- Dördüncü hak; bazı sürçme ve hatâlarını bağışlamaktadır.
5- Beşinci hak, hayâtında ve ölümünde onun sevdiği ve kendisi için arzû ettiği şekilde kendisi ve çoluk-çocuğu için hayır duâda bulunmaktır.
Resûl-i Ekrem (s.a.v);
“Bir kimse kardeşine gıyâbında duâ ettiği zaman bir melek; ‘Allah sana da o duâ ettiğin gibi versin’ der.” buyurmuştur. Yine bir hadîs-i şerîfte Resûlullah (s.a.v);
“Kişinin, kardeşi hakkında gıyâben yaptığı duâ reddolunmaz.” buyurmuştur.
6- Altıncı hak, vefâ ve ihlâstır. Vefâ demek; kendisiyle ölünceye kadar ve öldükten sonra da âile efrâdı ile muhabbeti devâm ettirmektir.
İmâm Şâfiî Hazretleri’nin şu mizâhî kıssası mânidardır:
Şâfiî Hazretleri Bağdad’da bir kardeş edindi. Sonra bu kardeşi Irak’ta Sîbeyn vâlîliklerine tâyîn edildi ve Şâfiî Hazretlerine karşı olan davranışı değişti. Bu vefâsızlık üzerine Şâfiî Hazretleri kendisine şu beyitleri yazdı:
“Git, ebedî olarak senin sevgini gönlümden boşadım. Şâyet kusûrundan vazgeçer ve düzelirsen bu bir talâktır, diğer iki talâk ile sözümüz devâm eder. Yok tutumunda ısrâr ediyorsan sana bir talâk daha veririm ve iki hayızda iki talâk olmuş olur. Üçüncü talâkı da verirsem, artık Sîbeyn vâlîliği bile seni kurtaramaz.”
7- Yedinci Hak ise dostuna yük olmamak ve lüzumsuz teklîflerde bulunmamaktır.
Ve’s-selâmu ale’l-mürselîn. Ve’l-hamdu lillâhi Rabbi’l-Âlemîn.
KAYNAKLAR: İmam Şa’rânî, el-Uhudü’l-Kübrâ; Sahîh-i Buharî ve Müslim; Konyalı M. Vehbî, Hülasatü’l-Beyân Tefsiri; Gazâlî, İhyau Ulûmi’d-Din; Hâfız el-Münzirî , Tergîb ve Terhîb;
 
Bize Ulaşın Ana Sayfa Rehber Dergisi E-Kart Chat Odası Forum E-Mail
 
 
  Bugün 87 ziyaretçi (185 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol