Navigasyon |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İslâm Akaidi
Allah Teala insanı en güzel şekilde yaratıp (1) onu değişik hasletlerle donatmış ve verdiği hususi özelliklerle onu yarattıklarının en üstünü kılmıştır (2) ve bu güzel yaratılış üzere yaşamayı ondan istemiş (3), bu yüce gayede ona yol gösterici olarak peygamberler ve beraberinde kitaplar göndermiştir. İşte bu ib’as (gönderiş) ve hidâyet insanların , kendisine en kesin bilgilerle yönelmesini sağlamıştır.
Genel olarak “din” kelimesiyle tanımlaya-bildiğimiz Allah’ın gönderdiği bu kurallar bütünü insan hayatının her alanını kapsayan bir özellik içerir. Öyle ki insanın Allah’la (c.c) olan ilişkisini (ibadet), insanların birbirleriyle olan ilişkilerini (muamelat) ve insanın kendine mahsus içsel kabullerini de (itikat/inanç) kapsar.
İbadet( - - ) A-be-de kökünden türemiş, “kulluk etmek, tapınmak” manalarında bir Arapça kelimedir. Genel terminolojide ise daha çok , insanın dıştan görünebilen dinî davranışlarına tekabül eder (Tabi ki bunda da istisnalar bulunabilir. İnsanın içsel bir yakarışla aşkın (transandantal) varlığa dua etmesi gibi... -ki dua da ibadettir (4)-)
İ’tikad ise ( - - ) A-ka-de kökünden türemiş “bağlanmak,inanmak” kabilinden manalar içeren Arapça bir kelimedir. Bunun terimsel olarak manasını ise, insanın içsel bir kabul olarak Yüce yaratıcıyı tanımasıdır. Aslen burada iman edilmesi gereken hususlar da sıralanabilir lakin; Allah (c.c)’a hakkıyla bir iman o hususları beraberinde getireceğinden tekrardan zikretmeyi gerekli görmedik.
Burada konumuzla alakalı olduğu için “Fıkıh” kelimesinin kullanımına deyinmek istiyorum. Fıkıh, mana olarak anlamak, kavramak manasında bir kelimedir. Nitekim Resulullah (a.s) bu manayı teyiden bir hadis-i şeriflerinde; “Allah (c.c) kimin hayrını isterse onu dinde fakih (anlayış sahibi) kılar.” (5) buyurmuştur. Fıkıh kelimesi İslam tarihinde ilk zamanlar “Kur’ân’ı anlama ve yorumlama işi” (6) olarak kabul edilmiştir. İmam-ı Azam da fıkhı tarif ederken şöyle demiştir: “İnanç, ahlak, ibadet, hukuk konularını da içine alacak bir içerikle kişinin lehine ve aleyhine olanı bilmesidir.” (7) Bu manaya uygun olduğundandır ki İmam-ı Azam yazdığı akaid kitabının adını bile “Fıkh-ı Ekber” koymuştur. Daha sonraları fıkıh; tefsir, hadis vb. ilim dalları gibi sistemleşmiş ve ilk zamanlar anlaşıldığı mananın bir dalı olarak tezahür etmiştir. İşte bu sistemleşme içerisinde bir de inanç kaidelerini inceleyen bir ilim doğmuştur. İlk devir akaidî eserlerde inanç konuları çok genel ifadelerle incelenmiştir. (Kader haktır, Ölümden sonra dirilmek haktır, mucize haktır, gibi...) Daha sonraları;çıkan tartışmalar, İslam’a yeni girenlere i’tikadî esasların anlatılması gibi sebeplerden dolayı bu ifadeler değişik ilimlerden faydalanılarak şerh edilmiştir. Bu tarz da gelişen inanç bilimine daha sonraları “Kelam” denmiştir. Kelam ilminin ise bir çok kimseler tarafından bir çok şekilde tanımlanmıştır. Gerçi bu ilmin ne demek olduğunu yukarıda bir nebze olsa da vermeye çalıştık ama genel olarak yapılmış tariflerin birkaçını verip bu ilmin tarihi gelişimine bakmayı uygun görüyoruz:
Taşköprüzâde: “Deliller irad etmek ve şüpheleri gidermek suretiyle dinî akidelerin isbatına imkan veren bir ilimdir.” (8)
Başka bir tarif de ise: “Kelam , delillerden elde edilen dinî itikadî kaidelerin ilmidir.” (9)
GENEL OLARAK İTİKADÎ MEZHEPLERİN TARİHÇESİ
Hepimizce de malumdur ki her din kendi bünyesinde inanılması gereken özellikleri beraberinde getirir -ki dini, Allah’ın kullarına indirdiği bir gerçeklik olarak kabul edersek, bu tabiatıyla normaldir- İşte Resul-i Ekrem (s.a.v)’in tebliğ ettiği İslam Dini de böyle özelliklere sahiptir ve Kur’ân’ın inzaliyle inanılması gerekli mefhumlar bildirilmiştir. Tabi ki inanılacak esasların insanın algı alanının üstünde bulunması beraberinde müphem şeyleri de getirmiştir. Tabi bu meselelerden bazıları sahabe tarafından Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında tartışılmış ve Resulullah (s.a.v) inananları bundan menetmiştir. (10) Çünkü bu meseledeki her türlü konuşma zandan öteye gitmez ve insanlar ise bunları konuşmakla emrolunmamıştır. Yoksa bu men etmeden Nebî (s.a.v)’in ilmi ve ilmî münazaraları yasakladığı anlaşılmamalıdır.
İşte Bu men edilmeden dolayı olsa gerek ki sahabe, gerek Resûlullah (s.a.v) zamanında ve gerekse o’nun irtihalinden sonra bu gibi müphem konularda (kader vb.) tartışmaya girmeyi uygun görmemiş, her zaman bundan uzak durmuş ve böyle tartışmalara girenleri bid’at (dine uygun olmayan ve Hz. Resul’den sonra uydurulmuş şeyler) ehli olarak kabul etmişlerdir. Nitekim İbn Cevziyye: “Sahabe, ahkam meselelerinde tartışma yaptıkları halde , Allah’ın (c.c) isimleri , sıfatları ve fiilleri konusunda tartışmamışlardır. Bilakis bu meseleleri kabul ve teslimiyet ile karşılamışlardır.” Dolayısıyla, sahabe (r.anhüm) bu ve benzeri konuları ihtiva eden âyetlerin teşbih, tecsim gibi te’vil yollarına gitmezlerdi. Çünkü onlara göre te’vil, akidevî meselelerin isbatında kabulü caiz olmayan zan esaslı bir yoldur (11) ve bu yol Kur’ân’da gaybî hakikatleri bilme açısından bir geçerliliğe sahip olmayan bir sistemdir. (12)
Fakat İslam’ın geniş bir sahaya yayılması, birçok insanın İslam’a girmesi ve inançlarının sağlam fikrî temellendirmesini yapma amacı insanları itikâdî meseleler üzerinde düşünmeye itmiştir. Bu aklî tefekkürün, Mutezile, Cehmiyye gibi fırkalarla başlamış olduğu kabul edilir. Bu meseleler üzerinde duran insanlara baktığımızda ise Arap olmayan, yeni Müslüman olmuş ve aklî istidllaller bakımından maharetli insanlardır. İlk olarak üzerinde durulan konular ise Allah’ın sıfatları, kader ve İman amel ilişkisi gibi meseleler olmuştur. (13)
Tabii ki dinî metinler üzerinde yapılan değişik yorumlar, akabinde zamanla sistemleşen ve belli başlı dayanaklar üzere kurulmuş olan değişik itikadî fırkaları düşünce sistemine dahil etmiştir.
İlk zamanlarda göze çarpan bir realite şudur ki; bu gibi fırkaların çıkış amacı İslam dinini aklî yollarla müdafaa etmektir. Lakin daha sonraları Emeviler devrinde Halife Me’mun zamanında,Yunan medeniyetinden yapılan tercümeler ve onlarla beraber gelen değişik sorunlar üzerinde tartışmaları bu tartışmalarda dini istidlalden ziyade felsefî temellendirme yöntemini kullanmaları bu aklî istidlalde fazla ileri gitmeleri, onları bu ilk gayeden uzaklaştırdığı bir gerçektir. Bu yöneliş h. 250 yıllarına vardığında durulmuş ve asla/ilk hedefe yönelme eğilimi başlamıştır. İşte bu safhadan sonra Kelam İlmi konuları ve metodolojisi belirlenmiş bir ilim haline gelmiştir.
Zaman içerisinde, devlet reislerinin tâbî oldukları fırkaların görüşleri ülkenin düşünsel yapısında kabul edilmesi gerekli görüşler olarak ortaya çıkmıştır. (Halife Me’mun, Mutasım zamanında İslam ülkesinin Mutezilî bir havaya bürünmesi ve Mütevekkil zamanında Mutezilî fikriyatın yasaklanması gibi).
Bazen de herhangi bir fırkadan ayrılan kişiler etrafında oluşan düşünce sistemlerinin tasfiye amaçlı görüşler serdettikleri görülür. Misalen önceden bir mutezile imamı olan İmam Eş’arî daha sonra bu oluşumdan (aşırılıkları nedeniyle) ayrılmış ve onların aşırılıklarını ve sapmaları düzeltmeye çalışan biri olarak ortaya çıkmıştır. (14)
İşte, bu çıkan fırkalar arasındaki düşünce farklılıklarının temel sebebi, dinî metinlerin bir bütünsellik içinde algılanmamış olmasıdır Şöyle ki en basitinden kulların fiilleri ve iradesi hakkında, fırkaların birbirine zıt düşüncelerini destekleyen delileri Kur’ân’dan almasıdır. İşte burada temel sorun olarak fırkaların Kur’ân’a yaklaşım metotlarındaki yanlışlık ortaya çıkmaktadır. Bu yanlış metoda artı olarak bu düşüncelerin etrafında oluşan taassuplaşmalar ve kendi görüşlerinin serdedilen en doğru görüş olduğu düşüncesi zamanla, kendi sultalarını (egemenliklerini) muhafaza amacına yönelik İslam’ın ruhuyla bağdaşmayan bazı görüşler ileri sürmüşlerdir. Buna misal olarak kelam alimlerinden olan Bakillanî, “Üzerine delillerin bina edildiği aklî mukaddimeler va’z etmiş ve bu kaideleri inanılmasının gerekliliği açısından iman esaslarına bağlamış ve Delilin butlanın (geçersizliliğinin söylemek) medlulün butlanını gerektireceğini” söylemiştir. (15) Bu ise mânâ olarak şunu içermektedir: Misâlen; Allah’ın varlığını isbat için kendi aklî kıyasıyla bir delil öne sürülür eğer ki bu delilin geçersizliği biri tarafından isbat edilirse, medlulün (kendisi üzerine delil getirilen Allah’ın) olmadığı söylenmiş olur. Bu ise insanı küfre götürür.
Bu ve benzeri anlayışlar kim tarafından söylenirse söylensin amaç ne olursa olsun kabul edilemeyecek bir fikirdir. Çünkü bu, insanın; Yaratıcısını daha iyi tanımasına bir engel, düşünme, tetkik etme gibi güzel hasletlerini köreltmedir. Böyle bir fikrin ise; İlahî Kitabında; “Düşünün, hiç düşünmez misiniz?” ibarelerinin her fırsatta tekrarlandığı bir dinde yerinin bulunup bulunamayacağını size bırakıyorum...
İTİKAD VE KELÂMIN ÖNEMİ
Madem ki insan yaratılış amacı, en güzel gaye olan Allah (c.c)’ın insanları o fıtrat (yaratılıştan gelen bir meyil) üzere yarattığı kayyim (dosdoğru) din üzere yaşamaktır; öyleyse o din içinde yapılan ibadatın kabul şartlarından bir tanesi ve en önemlisi, o dinin istediği gibi bir imana sahip olmaktır.
Aslen, “bilgi beraberinde imanı getirir” demek yanlıştır. Misalen :Hz Resûlullah (s.a.v) zamanındaki Hıristiyanlar ve özellikle Yahudiler Hz. Peygamberin (s.a.v), o beklenilen peygamber olduğunu kesin bir şekilde bilmelerine rağmen (16) çok azı müstesna Resûlullah’a (s.a.v) iman etmediler. Lakin bilginin, inanan ve imana meyilli insanın imanî durumuna tesir ettiği aşikardır .İşte bu yüzdendir ki imanî esasların içeriğini bilmek bize tahkiki bir imanın kapısını açacaktır. Akaidi esasların bilinmesi gerekliliği bundan dolayıdır denilebilir. İmam-ı Azam bir sözünde şöyle söylemiştir: “Dindeki (itikattaki) fıkıh, ilimdeki (ameldeki) fıkıhtan daha üstündür. Çünkü Dindeki Fıkıh asıldır ilimdeki fıkıh ise ferdir. Aslın fer ’e üstünlüğü ise herkesçe malumdur.” (17)
Yukarıda da söylediğimiz gibi Kelam İlmi ise; bize, makbul ve matlub olunan iman için gerekli olan bilgiyi temin etmemize yarayan bir ilimdir.
GENEL DEĞERLENDİRME
Biz bu yazı dizisinde en genel bir ifadeyle inanç üzere tetkikler yapmaya çalışacağız. Tabii bunu yaparken de istifade ettiğimiz kaynaklardan motamot olarak birer ikişer cümleyi bir araya getirip de bu yazıyı, yazmak için yazmayacağız . Dinî metinler (Kur’ân ve Sünnet) üzerinde yoğunlaşmaya çalışıp işlediğimiz konuyu Kelam İlmi kaynaklarından araştırıp (sadece doğrunun tebyin -açıklama-edilmesi için) eleştirel bir bakış açısıyla ele alacağız. Bu amaç çerçevesi içinde geçmişte ve günümüzde büyük önem taşıyan alimlerin tam bir mukallitliğini ve tekrarını yapmaktan sakınacağız .Çünkü yukarıdaki “delilin butlanından medlulün butlanı gerekir” örneğinde olduğu gibi insan her ne kadar ilim sahibi de olsa hatadan beri değildir. Gerçi ileride yeri ve zamanı geldikçe bu gibi örnekler vereceğiz ama burada önemine binaen bir örnek vermeyi uygun görüyoruz:
Allahu Azimu’ş-şan (c.c) Kur-an-ı Kerim’ de Saffat Süresi 96. âyette:
“Allah sizi ve yaptıklarınızı yarattı” buyuruyor. Çoğu akaid kitabına baktığımızda bu âyet kulların fiillerinin Allah tarafından yaratıldığına dair delil olarak getirilmiştir. Ama âyetin siyakına baktığımızda ise durumun böyle olmadığı açıkça görülür. Şöyle ki Allah-u Teala(c.c) bu âyetin öncesinde Hz. İbrahim’in (as) putları kırmasını anlatmış ve onların Hz. İbrahim’in (as) başına toplandığı ve putları niye kırdığını sorduklarını söylemiş ve Hz. İbrahim’in (as) de cevaben; “Yonttuğunuz şeylere mi ibadet edersiniz! Oysa ki sizi ve yaptığınız (bu şeyler)’ı Allah yarattı.” demiştir. Yani, “Sizi ve yaptığınız kendilerine taptığınız o putları Allah (c.c.) yaratmıştır.” dediğini söylemiştir. (Buradan, Allah’ın (c.c), o putları onlara kulluk edilsin diye yarattığı anlaşılmamalıdır. Bilakis burada Allah haricindeki her şeyin yaratılmış olduğu vurgulanmak istenmiştir.) İşte bu âyet siyak ve sibakından koparıldığı için yanlış anlaşılmış ve yanlış değerlendirmelere tabi tutulmuştur. (18)
İşte biz bu yazı dizisinde bu tür bariz hatalardan elimizden geldiğince sakınmaya çalışacağız. Yalnız şu da unutulmamalıdır ki biz de ancak kendi seviyemiz ve anlayışımız nispetinde yaptığımız tetkikler nihâyetinde ulaştığımız sonucu size aktaracağız . Bu bir itiraf olarak kabul edilmeli ve okuyucularımızın, gözden kaçıracağımız hususlardan dolayı müsamahakar olması istirham ederiz.
Vallahu A’lemu bi-Savabihi
_______
1) İnfitar 7-8. 2) Tin 4. 3) Rum 30 (Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah (c.c.) insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur . İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler); ayrıca konuyla alakalı olarak Buhari’ deki ......no’lu hadise de bakılabilir. 4) Tirmizi , Dua 2 (c: 6 s: 6 h. no: 3593). 5) İbn Mace c: 1 s: 381 h. no: 221; Tirmizi, İlim 1 (c:4 s:397 h. no: 2783); Darimi c: 1 s: 299 h. no: 231-232 ayrıca c: 6 s: 6 h. no: 2709. 6) Gazali , Mustasfa min ilmi’l-usul c: 1 (önsöz s: 5 “Yunus Apaydın”) 7) Gazali , Mustasfa min ilmi’l-usul c:1 (önsöz s:5 “Yunus Apaydın”) İrfan Abdulhamid, İslam’da İtikadî Mezhebler ve Akaid Meseleleri s: 132. 9) a.g.e. s: 133 10) Tirmizi, Kader 1 (c: 4 s: 13-14 h. no: 2216). 11) Prof. Dr. İrfan Abdulhamid, İslam’da İtikadî Mezhebler ve Akaid Meseleleri s: 138-139. 12) bk. Necm 28; Yunus 36. 13) İrfan Abdulhamid, İslam’da İtikadî Mezhebler ve Akaid Meseleleri s: 142. 14) bk. a.g.e. s: 146. 15) a.g.e s: 151. 16) Bakara 146. 17) a.g.e. s: 134. 18) Örnek olarak bk. Sabunî, Maturidiye Akaidi.
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 5 ziyaretçi (5 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
| | |